Yangına körükle gidenlere inat İbrahim'in ateşine bir damla su ile yürüyenlerdeniz

Sanki 15 Temmuz darbe ve içi işgal girişimi yaşanmamıştı. Sanki o gece sokağa Ak Partilisi, MHP'lisi vatan, millet sevdalıları çıkmamıştı. 251 şehit verilmemişti. Binlerce insanımız gazi olmamıştı. Onlarca insanımız kolunu bacağını bıraktığı tankların altından kalkıp bayrağımızı dalgalandırırken 'Allahu ekber' nidaları atmamıştı. Sanki o gece Meclis bombalanmamıştı. O bombalama esnasında 'Genel Kurul'u terk etmeyeceğiz. Öleceksek burada öleceğiz' diye dik durulmamıştı.

Yangına körükle gidenlere inat İbrahim’in ateşine bir damla su ile yürüyenlerdeniz

26 Ekim 2018 Cuma - 10:16 | Son Güncelleme : 26 10 2018 - 12:26

Hasan Öztürk

“Ak Parti Ak Parti’dir, MHP MHP…” dedim diye azar da işittim, eleştiri de aldım. Olsun! 

Cumhur İttifakı’na bambaşka anlamlar yükleyenlere, günlük politik manevralarda partilerin farklılık göstereceğini anlatmaya çalıştım, anlamazlıktan geldiler. Olsun!

Nihayet, “Danıştay’ın kararı Cumhur İttifakı’nın ortasına bırakılmış pimi çekilmiş el bombasıdır” dedim, “Sen de çok ileri gittin. Bu kadar keskin olma” dediler. Olsun!

“Danıştay’ın kararından sonra Cumhur İttifakı’nın ‘politik’ manevralarla ayrışması için düğmeye basılmış görünüyor” dedim, “Niyetin bu ittifakı bitirmek mi” dediler. Olsun!

Oysa tam tersi, Ak Parti Ak Parti olarak, MHP de MHP olarak var olsun, ama “büyük davada” birlikte hareket etsin diye titizlenendim, o kadar.

''İTTİFAK ÇÖKERSE KİMLERİN İŞİNE GELİR'' SORUSUNA CEVAP GECİKMEDİ

Bir önceki yazıyı bir soru ile bitirmiştim. O soru, “İttifak çökerse bu kimlerin işine gelir” şeklindeydi. Yazının yayınlandığı salı günü, “Yerelde ittifak” bitti. Hem Sayın Bahçeli, hem Sayın Erdoğan partilerinin grup toplantılarında bunu ilan etti.

İtidalle daha ne olduğunu anlamaya çalışken, birileri eteklerindeki taşları dökmeye başladı. Ne Ak Parti’nin yapmadığı “hatalar” kaldı, ne MHP’nin..!

Zil takıp oynamaya kalkanların kimi MHP’ye, kimi Ak Parti’ye vurmaya başladı, ulu orta.

Yakın geçmiş bir çırpıda unutuluverdi. Yakın gelecek hiç hesaba katılmayıverdi. Meğerse partilerin içindeki bir takım çevreler “ittifakın bitmesini” dört gözle bekliyorlarmış, görüverdik.

SANKİ YAKIN GEÇMİŞTE HİÇBİR ŞEY YAŞANMAMIŞ GİBİ

Sanki 15 Temmuz darbe ve içi işgal girişimi yaşanmamıştı. Sanki o gece sokağa Ak Partilisi, MHP’lisi vatan, millet sevdalıları çıkmamıştı. 251 şehit verilmemişti. Binlerce insanımız gazi olmamıştı. Onlarca insanımız kolunu bacağını bıraktığı tankların altından kalkıp bayrağımızı dalgalandırırken “Allahu ekber” nidaları atmamıştı.

Sanki o gece Meclis bombalanmamıştı. O bombalama esnasında “Genel Kurul’u terk etmeyeceğiz. Öleceksek burada öleceğiz” diye dik durulmamıştı.

Sanki 7 Ağustos’ta 5 milyon insan Yenikapı’da buluşmamıştı. Eş zamanlı olarak Anadolu’nun şehirlerinde milyonlar meydanlara akın etmemişti.

Sanki 16 Nisan referandumuna giden yolun kapısını MHP lideri Devlet Bahçeli açmamıştı. 24 Haziran seçim kampanyalarında, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Cumhur İttifakı”na oy istememişti.

İki partinin tabanlarındaki geçişkenliği en iyi bilen bir lider olduğu halde Erdoğan, sanki MHP’ye ihtimam göstermemişti. Ak Parti oylarının bir kısmının MHP’ye gideceğini bile bile bunu yapmamıştı. Sanki yakın geçmişte bunların hiç olmamıştı.

Yine sanki DAEŞ terör örgütüne yönelik, Fırat Kalkanı Harekatı, PYD/YPG-PKK terör örgütüne yönelik Afrin Zeytin Dalı Harekatı yapılmamıştı.

Sanki, “Beklenen vefalı Türk geldi” denilmemişti.

Sanki, büyük badireler ittifak çatısı altında bir araya gelenlerin direnci ve özenci ile atlatılmamıştı.

YAKIN GEÇMİŞİ UNUTANLAR, YAKIN GELECEĞİ DE GÖRMÜYOR

Yakın geçmişte hiçbir şey olmamış gibi yapanlar, yakın gelecekte olabilecekleri de unutmuşa benziyor.

Sanki yıl başına kadar Meclis’ten Bütçe Yasası çıkmayacak. Sanki, yapısal reformlar için Meclis’te bekleyen yasalar “ittifak” ile çıkmayacak.

Sanki, Fırat’ın doğusunda Amerika eliyle bir terör koridoru inşa edilmiyor. Sanki Ortadoğu’da devletlerin sınırları tehdit edilmiyor. Sanki Türkiye üzerinde de birçok hesap yapılmıyor.

Sanki, 4 Kasım’da Amerika’nın İran’a uygulayacağı ambargo kapsamında Türkiye köşeye sıkıştırılmıyor.

Sanki, İran’dan sonra Türkiye ve Suudi Arabistan da hedefe konmuyor.

Böyle bir ortamda, birileri de çıkmış “Cumhur İttifakı”nın yerelde sona ermesinden sonra genelde de sona ermesi için çırpınıyor.

Kimileriyse zaten şimdiden zil takıp oynuyor!

Sahi, 2023, 2053, 2071 hedefleri sadece Ak Parti’nin hedefleri midir? Sahi “Büyük Türkiye” ideali sadece MHP’nin ideali midir?

Geçmişin tecrübesiyle, gelecekteki tuzakları da atlatabilmenin yolu ittifaktan geçiyor.

Yerelde ittifak olmadı ama her parti kendi pozisyonunu korumakla birlikte milli meselelerde ittifakın devamı memleketin hayrınadır.

Sahi, “milli ve yerli” kavramının bir kez daha düşünülme zamanı değil midir?

Yangına körükle gidenlere inat, bir damla su ile İbrahim’in ateşine yürüyenlerdeniz; vesselam..!

yazının devamını okuyun

Cumhur İttifakında oluşacak zaaf, MHP’ye de, Türkiye’ye de zarar verir

Nuh Albayrak

Cumhur İttifakının Türkiye için önemini anlamak için, MHP lideri Bahçeli’nin; “İttifak bitti”açıklamasından sonra kimlerin; zil takıp oynadığına bakmak yeterlidir. 

Gerçi iki liderin, “Cumhur İttifakına aynen devam” açıklamasından sonra sevinçleri kursaklarında kaldı ama yine de“Bu ittifak artık devam etmez” beklentisiyle ellerini ovuşturuyorlar. 

Çünkü o “yıkım ekibi”ni “yıkan” reformlar bu ittifak sayesinde gerçekleşti.     

***

7 Haziran öncesindeki tutumu sebebiyle çok eleştirdiğimiz Bahçeli, 15 Temmuz’dan sonra keskin bir tavır değişikliğiyle Erdoğan’a destek vermeye başladı. 

CHP ve İyi Parti yöneticileri başta olmak üzere çokları bunu, MHP’deki muhalefet ayaklanmalarına, Bahçeli’nin yargıdaki imtihanlarına bağladı. 

Yani “Bahçeli, Türkiye’nin bekası için değil, kendi siyasi bekası için Erdoğan’ın yanında yer aldı” dediler.   

MHP desteği çok değerliydi  

Bendeniz “Bahçeli, 15 Temmuz’da karşılaştığımız hıyanetin vahametini görerek, milliyetçilik hassasiyetinin gereğini yaptı” gerçeğini; başından bu yana dile getirenlerdenim. 

Zaten, Ziya Paşa’nın, “Ainesi işdir kişinin lafa bakılmaz” düsturunca, Türkiye’nin vesayet çukurundan çıkmasını sağlayan sistem değişikliği bu sayede gerçekleşti. 

Ancak, yeni sistemde, “yok” hükmünde olan vesayetçiler, ülkeyi tekrar o çukura sürüklemek için fırsat kolluyor. 

Hatta bütün dış düşmanların desteğiyle, Mahalli Seçimleri, “vesayete dönüş” vesilesi yapabilmek için her türlü siyasi fedakârlığa (!) razılar. 

Onun için AK Parti ve MHP, Mahalli seçimlerde ittifak yapmıyor olsalar da, birbirlerini hırpalayacak ve sadece yıkım ekibinin işine yarayacak hamlelerden kaçınmalıdır.   

Yenikapı Ruhu hâlâ gerekli  

Cumhur İttifakı, Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi müesseseleşinceye kadar devam etmelidir. 

Bu anlayışla, 15 Temmuz’dan bu yana Yenikapı Ruhu’nu ve onun ürünü olan Cumhur İttifakı’nı çok önemsedik. 

Bu çerçevede af ve mahalli seçim ittifakı gibi, her iki partiyi de doğrudan ilgilendiren konularda, tek taraflı; sürpriz açıklamaların, ittifakı olumsuz etkileyeceği belliydi ki, öyle de oldu. 

Bu ittifakın en azılı düşmanı olan FETÖ’nün sosyal medyaya yerleştirdiği “maskeli FETÖ’cü” isimsiz ve karaktersiz bazı hesaplar, bazı operasyoncular tarafından harekete geçirildi ve ittifakın zarar görmemesine yönelik düşüncelerimiz, tam bir FETÖ taktiği ile “ittifakı bozmaya çalışıyor”a dönüştürüldü. 

Ne gariptir ki, tavrıyla, tarzıyla, çirkin üslubuyla MHP ile asla ilgisi olamayacak bu operasyoncuların iftiraları ilgi görmüş olacak ki, tam sayfa “iftiracılar listesi”ne biz de girdik. 

O “iftira”ları kabul etmem asla söz konusu olamaz. 

Ama her şeyi yüreğime gömdüm, tek kelime etmedim. 

Çünkü… Çoğunluğu “yıkım ekibi”nden oluşan o listeye beni kim; nasıl koyabildi bilemem ama ben, onlarla omuz omuza verip Cumhur İttifakı mensubu bir partiyi asla hedef alamazdım.   

Bu ittifak milletindir  

Bunları sadece, Cumhur İttifakının önemini vurgulamak için hatırlattım. 

Çünkü bu ittifak bundan sonra daha önemli hale gelmiştir ama daha fazla hedef olacağı da bir gerçektir, tamamen bitirmek için ellerinden geleni yapacaklardır. 

Çünkü o zaman, AK Parti hiçbir kanunu çıkaramaz demektir ki asıl hedefleri de budur. 

Bu bakımdan, MHP grubunun bundan sonraki tavrı, Yenikapı Ruhu hakkındaki samimiyet testi olacaktır. 

Elbette MHP’nin, “yıkım ekibi”nin yanına savrulmasını beklemiyoruz. 

Nitekim Bahçeli, son icraatı ile kararlılığını ortaya koymuştur. 

Zira Cumhur İttifakı’nın bitmesi sadece AK Parti’ye değil, MHP’ye ve millete de zarar verir. 

yazının devamını okuyun

İnce bir nokta

Rauf Tamer

Türkiye’nin, şu Kaşıkçı süreci’ni iyi yönettiğini, bütün dünya kabul ediyor. 1 kişi hariç: Kılıçdaroğlu.

Onun da sebebi var.

Engin Altay söylemişti ya:

- Siz dünya’nın en doğru işini yapsanız bile biz karşı çıkarız.

Niye?

E çünkü biz muhalefetiz.

Bir dakika Engin kardeş. Muhalefet iseniz, hükümete muhalefet edin. Ama siz Türkiye’ye muhalefet ediyorsunuz.

Kaşıkçı’yla ilgili başarılı sürecin içinde, polis var, yargı var, tıp var, diplomasi var, MİT var, medya var...

Varoğlu var.

Bunları külliyen incitmek niye?

Üstelik işin içine para lafını da katıp “katillerle işbirliği ve pazarlık yapan” bir devlet ima ettiniz.

Yakışık aldı mı?

Öyle yapacağınıza halbuki diyebilirdiniz ki: (Mesela)

- Konsolosluk konutunun bahçesindeki kuyu, neden daha önce aranmadı? Arama izninde “kuyu hariç” mi yazıyordu?

.........

Bu ve buna benzer bir dizi soru sorabilirdiniz.

Fakat hayır.

İlle de işin içinde parasal bir çapanoğlu arayıp devlet boyu bir şaibe’ye kürek çektiniz.

Kusura bakmayın.

Bunu hiç sevmedim.

Sevene de rastlamadım.

Not:

Ne demiş doğal başkan adayı:

- Biz daha o gün kaybettik. “Gel bakalım Muharrem”le kaybettik.

Hatırladınız değil mi?

“Koş git Muharrem, patron çağırıyor.”

Anlaşılıyor ki, Muharrem Hoca’nın içine çok oturmuş bu... Seçimi kaybetmekten belki daha çok oturmuş.

Yoksa “adam kazandı” demekten ne çıkar?

Kazanmadı mı?

yazının devamını okuyun

Verilmiş oyun davası

Engin Ardıç

Muharrem İnce, "aslında seçimi 'gel bakalım Muharrem'le kaybettik" demiş...
Acaba öyle mi oldu?
Kimi avanak da onun "adam kazandı" dediği için kaybettiğini sanıyor (seçim bittikten saatler sonra!)
Acaba öyle mi oldu?
Yani Kemal Bey "gel bakalım Muharrem İnce" diyeceğine "buyurunuz Pek Sayın İnce"deseydi kazanacak mıydı?
Madem kabadayılık seviyor, o anda orada "huuooop, dur bakalım Kemal Bey, ağzını topla, benimle böyle tepeden bakarak konuşamazsın" deseydi kazanır mıydı?
Şimdi de İstanbul adaylığını üyelerin oyuyla gösterilirse kabul edeceğini söylüyor. Ama Kemal Bey kendisi "gösterirse" bu işte yokmuş.
Ve de tabii kazanacağını sanıyor.
Üyeler aday gösterirlerse kazanıyor, Kemal Bey "çık bakalım ortaya Muharrem" derse kaybediyor...
Yani İstanbul sakinleri kendilerine "kuantum bilen bir belediye reisi" arıyorlar da bizim mi haberimiz yok?
Yok, aslında sanmıyor.
Çünkü o gel bakalım muhabbeti olmasaydı "yüzde 35 bandını zorlayabilirdik" demiş! Ufku o kadar.
40 bandını zorlasa ne değişecekti?
Demek ki gel bakalımla kaybetmemiş... Kendi kendisiyle çelişkiye düşüyor...
Yani, şimdi de bir bakarsınız öyle ya da böyle havada karada adaylığı kabul eder, bir bakarsınız en kıytırık ilçeye fit oluverir.
Çünkü o da en az sayın genel başkanı kadar kıvırtmaya yatkındır.
İşin kötüsü, bu özelliği seçmen tarafından "hissedilmiştir"...
"Güvenilmez" sıfatıyla o da damgalanmıştır.

***
Muharrem Bey seçimi "gel bakalım"la kaybetmedi.
Gerçi uğradıkları o büyük hayal kırıklığında, "ha kazandınız ha kazanıyorsunuz" diye bunlara hababam gaz veren muhalif medyanın da günahı çok ama...
Bizatihi CHP adayı olduğu için kaybetti.
Kemal Bey aday olsaydı o da kaybedecekti.
(Zaten o da bunu bildiği için Muharrem Bey'i öne sürdü. "Yenilsin de başımdan gitsin" umuduyla.)
Bülent Bey mezarından çıkıp gelse o da kaybederdi.
Kaybetmek için şu hatayı ya da bu hatayı yapmak gerekmiyor, CHP'nin adayı olmak yetiyor.

Unutmayalım: Ne Atatürk ne de İnönü hiçbir serbest seçimi kazanmış değillerdir!
1927, 1931, 1935, 1939 ve 1943 seçimlerini kazanmak seçim kazanmak değildir çünkü ortada "seçecek" bir alternatif yoktur. (1923 seçimlerinde muhalefet vardı ama ne hikmetse seçime girmesi çok demokratik bir şekilde engellenmişti!)
Tövbe, İnönü 1946 seçimini kazandı.

Demokrat Parti kurulalı daha altı ay olmuştu (ocaktan temmuza), doğru dürüst kendini tanıtamamış ve propaganda yapamamıştı...
Seçim "gizli oy, açık sayım" esasına göre değil, tam tersine "açık oy, gizli sayım" esasına göre yapıldı, üstelik köylerde jandarma sandık başlarında durdu ve oylara müdahale etti...
Görüp görecekleri rahmet de bu oldu.

yazının devamını okuyun

'Haspel'kader!

Tamer Korkmaz

.Evvela, muzip bir uyarımız var: Lütfen yazıdaki başlığın ayarıyla oynamayınız! “Hasbelkader” yerine, özellikle böyle yazdık. Neden? Derin mevzunun başroldeki kahpe aktristi, CIA’in şu “İşkenceci Patroniçesi” Gina Haspel de ondan! 

Çarşamba günkü yazımızda “Washington’dakilerin paçaları tutuştu: Haspel, o yüzden apar topar Ankara’ya geldi” demiştik…

Cemal Kaşıkçı Cinayeti’nden dolayı duvara dayanan Beyaz Saray, Ankara’nın “elinde nelerin olduğunu” yerinde görmek istedi!

Peki, Haspel Ankara’ya geldikten hemen sonra ne oldu?

Birdenbire “şahane tesadüfler!” sardı, dört bir yanımızı:

Derin Amerika, çoğu zaman yaptığı gibi Psikolojik Harp taktiğine başvurdu ve birdenbire “Bomba Paniği: ABD Tehdit Altında” hikâyesi gösterime girdi!

Eski başkanları Clinton ve Obama’nın evleri ile Beyaz Saray’a; ayrıca Demokrat Partili üç Kongre üyesine, CIA’in eski başkanı Brennan’a ve CNN’in New York ofisine “bombalı paketler gönderildiği” CIA tarafından açıklandı!

Bir gün öncesinde de “ilk antrenman” kabilinden -CIA ile bağlantılı- George Soros’a bombalı paket gönderilmişti!

FBI, durur mu: “Paketlerde boru bomba bulunduğunu” beyan etti! Tutarlar, “Boru mu, bu?” diye sorabilirler, değil mi yani!

“Fevkalade başarılı” Amerikan istihbaratı; bombaların tamamını “hedeflerine ulaşmadan” şöyle “sihirli bir değnek” dokundurarak, “başarıyla engellemişti!”

“Terör saldırısı” etiketini vurup; “Aşırı Sağcılara” yahut süper kullanışlı kontra örgütleri “DAEŞ veya El Kaide”ye tak yazacaklar: Uncle Sam’in tombalasından hangisi çıkarsa!

Bu gibi “sihirbazlık gösterisi” vaziyetlerinde ne diyoruz:

“Duy da, inanma!” Ya da, “Yalan’dan kim ölmüş ki?!”

“Afiyetle yiyelim” diye oynanıyor; işte bu bildik “ABD’ye Saldırı” tiyatrosu!

Kubrick’in Doktor Strangelove’undaki “Bombaları dert etmeyi bırakıp, onları nasıl sevdim” alt başlığı -bir kez daha fakat bu sefer farklı bir nedenle- yine cuk oturdu! Bu repliği özellikle Bill Clinton ile Obama’ya söyletsinler, ekranlarda!

BOMBALARI YOLLAYAN DA, BULAN DA AYNI MERKEZ

Aslında olan nedir, peki?

CIA, Ankara’nın elindeki “kendilerini zora sokacak” bilgi ve belgeleri görünce “Bombaların tehdidi altındayız” filmini çevirdi: Böylece Kaşıkçı cinayetini gündemden düşürmek istediler. Bombaları gönderen de onlar; sonra “hedeflerine ulaşmadan!” bulanlar da onlar, yahu!

Bunlar, “ters manyel yaptırtmayı” pek seviyor. Baktılar ki, Kaşıkçı Suikastı’ndaki sinsi tuzak, dümen açığa çıktı; apar topar “ABD Saldırı Altında” plağını çevirdiler…

“Mağdur” ayağına yattılar! Saldıran onlar, hâlbuki!

Kurgusal 11 Eylül’deki derin oyunun mantığı; Kaşıkçı olayında da, son bomba yalanında da -bir şekilde- işledi…

11 Eylül’de; ABD derin devleti, başta İkiz Kuleler olmak üzere birkaç hedefe ters manyel operasyon yaptı: Hemen El Kaide’ye yıktılar, sonrasında Afganistan ile Irak’a çöktüler!

BİR DÜZENBAZLIK REPLİĞİ: “ABD, TEHDİT ALTINDA!”

Sam Amca’sının Hürriyet’i, dünkü sürmanşetinde “ABD tehdit altında” patlağıyla çıktı! Yani? Demirören’e satıldıktan sonra da Hürriyet’in Amerikancılığı tam gaz sürüyor!

Her zamanki gibi, psikolojik harbin Türkiye’deki derin ayağında yer alıyorlar. Kaşıkçı cinayetinin organizasyonunu CIA’in yaptığını asla yazamazlar, yazmazlar!

“ABD’nin tehdit altında olduğu” aşağılık bir yalandır!

Özelde -Kaşıkçı olayında- tehdit altında olan Türkiye ile Suudi Arabistan’ın ilişkileri; genelde ise başta Türkiye olmak üzere tüm İslam ülkeleridir!

BAK ŞU KONUŞANA

Suriye’de camileri bombalatmaya; masumları, sivilleri, çocukları katlettirmeye devam eden “İslam Düşmanı” Trump “Kaşıkçı cinayeti, tarihte üzeri örtülen en kötü olaydır” diye konuştu!

“Sarı Şeytan” bu cümlesiyle; bir yandan yüzsüzlüğünün, diğer yandan da düzenbazlığının şahikasına çıkıyor.

Kaşıkçı cinayetinin arka planını örtbas etmek için kırk takla atan kendileridir! Suudi yönetimindeki işbirlikçilerine Kaşıkçı’yı katlettirdiler: Plan ve organizasyon, Washington (CIA+Beyaz Saray) patentlidir…

Hakikat böyleyken, içeride -en başından beri “cinayetin aydınlatılabilmesi” için “Beyaz Saray’dan medet umanların” vaziyeti ibretliktir!

*

“Haspel’kader” başlıklı yazımız, burada bitiyor…

Buna mukabil; Haydut Amerikan Devleti’nin, tarihte “üzerini itina ile örttüğü” o kadar derin suikast veya katliam var ki, -Kennedy Kardeşler’in öldürülmesinden, 11 Eylül’deki kurgusal saldırılara kadar -saymakla bitmez!

yazının devamını okuyun

Yazık, vallahi çok yazık!

Süleyman Özışık

Geçmişte Bülent Arınç ile Melih Gökçek arasında yaşanan tartışmanın AK Parti'ye neler kaybettirdiğini hepimiz az çok biliyoruz.
Üzerinden yıllar geçti lakin Arınç'ın, "Parsel parsel sattı" cümlesi hâlen dillerde ve her konuşmada AK Parti'yi savunanların yüzüne çarpılıyor.
Daha o zaman söylemiştim. 
Yedi cihan toplansa, bu sözlerin AK Parti'ye verdiği zararı veremezdi. Şimdi yeni ve yine gereksiz bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi...
Tartışmanın konusu, MHP'nin Ankara adaylığı için Melih Gökçek'i düşünmesi...
Bu durum, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı'ya soruluyor. Yazıcı bu soruyu gayet kibar bir şekilde geçiştirmek yerine, âdeta bir patlama yaşarcasına döktürmeye başlıyor.
Bakın ne diyor:
"Sözünü ettiğiniz kişi, bizim partimizde belediye başkanlığı yaptı. Genel Başkanımız görevini bırakmasını istedi. Melih Gökçek iş olsun diye görevden alınmadı!"
Siz bu sözlerden nasıl bir anlam çıkarırsınız?
Melih Gökçek'in çok büyük bir suça bulaştığını, yolsuzluk ya da FETÖ ile iş birliği yaptığını düşünürsünüz değil mi? Peki kamuoyunda böyle bir hissiyat oluşturmak, AK Parti'den başka kime zarar verir? 
Bağışlayın ama...
Adama dönüp, "Madem iş olsun diye görevden alınmadı, o zaman işlediği suçları açıkla" derler! Hatta, "Suça bulaşmanın bedeli görevden almak mıdır kardeşim?" diye sorarlar. 
Madem Melih Gökçek bir suça bulaştı, o zaman neden bu suçun hesabını adalet karşısında vermiyor? Yok eğer suç işlemediyse, neden televizyon ekranlarında ve canlı yayınlarda adamı töhmet altında bırakıyorsunuz?
Melih Gökçek kendisi hakkındaki bu sözlerin altında kalmıyor doğal olarak. Sabır çeke çeke ama aynı zamanda isyan edercesine cevap veriyor Hayati Yazıcı'ya:
"Davama zarar vermemek için susmaya devam ediyorum. Benim kamuoyunun önüne çıkamayacak bir suçum varsa ve açıklamazsan namertsin. Hadi yiğitsen devam et. Sabrımı taşırma. Vallahi tozunu atarım" diye meydan okuyor.
Hadi verin bakalım cevabını şimdi!
"Sen şu suçları işledin, şu yolsuzluklara bulaştın, şu illegal yapılarla iş birliği yaptın" deyiverin diyebiliyorsanız. 
Adam çıkmış, "Bana MHP kanadından gelen bir teklif yok. Teklif gelse dahi ben AK Partiliyim ve davamı satacak adam değilim" diye açıklama yapmış. Üstüne gitmenin, kışkırtmaya çalışmanın, yeni ve gereksiz bir kavgaya sebep olmanın ne anlamı var?
Yazık, vallahi çok yazık!
Yaşadıklarımızdan ders çıkaramadık, çıkaramıyoruz. Yani şöyle bir dönüp karşımızdakilere bakın lütfen!
Bir yanda FETÖ, diğer yanda HDP ve PKK, bir diğer yanda CHP, beri yanda İYİ Parti, Saadet ve diğerleri... Ne yapıyorlar, nasıl davranıyorlar görüyor musunuz?
Hepsi etle tırnak gibi...
Biri diğerinin aleyhinde tek kelime etmiyor. Hepsi bir tek adamları harcanmasın diye mücadele ediyor. 
Yahu “Atatürk'ün partisi” dediğimiz CHP, terörist cenazesine giden, teröriste aleni bir şekilde destek veren, göstere göstere vatan ve millet düşmanlığı yapan adamlarına bile ölümüne sahip çıkıyor be kardeşim! 
Vatan ve millet düşmanı Can Dündar için, Can Dündar'la birlikte bu ülkeye ihanet eden Enis Berberoğlu için, "Türkiye savaşa girerse İran'ın saflarında yer alırım" diyen, "Türkiye sarin gazı üretiyor" diyen hain Eren Erdem için ne yaptıklarını gördünüz değil mi?
Kobani’nin faili, Yasin Börü'nün katili Selahattin Demirtaş'a, sırtını PKK'ya dayayan Figen Yüksekdağ'a, PKK'ya silah ve eleman götürürken suçüstü yakalanan diğer PKK yardakçılarına nasıl sahip çıktıklarını gördünüz değil mi?
Bir de AK Parti'ye bakın!
Herkes birbirinin paçasından tutmuş aşağı çekmeye çalışıyor. Herkes birbirini harcamanın planlarını yapıyor. Gözüne kestirdiği kurbanını "FETÖ'cü, yalancı, hırsız, arsız” iftiralarıyla bertaraf eden edene...
Yahu sizin hangi adamınız Selahattin Demirtaş'tan, Figen Yüksekdağ'dan, Can Dündar'dan, Enis Berberoğlu'ndan, Eren Erdem'den ve Sezgin Tanrıkulu'ndan daha kötü kardeşim?
Hangisi bunlardan daha kötü bir söyleyin Allah aşkına yahu?
Melih Gökçek Beşiktaş'ın, Ataşehir'in görevden alınan belediye başkanlarından çok mu daha kötü. CHP onlar hakkında tek kelime ediyor mu ki biz Melih Gökçek'i yerin dibine sokmaya çalışıyoruz.
Yani aklımızın başına gelmesi için illa bu dava bayrağının yere düşmesi, CHP-HDP ittifakının işbaşına gelmesi mi gerekiyor?

yazının devamını okuyun

Cumhur İttifakı ve ideolojik ayrışma tartışması

Burhanettin Duran

Salı günü yapılan grup konuşmalarıyla AK Parti ve MHP'nin yerel seçimlerde ittifak yapmayacağı netleşti.
İki parti de hem birbiriyle centilmence rekabet etme hem de eski Millet İttifakı partilerinin adaylar üzerinden işbirliği yapması riskini yönetmek durumunda.
Ayrışmada af, erken emeklilikte yaşa takılanlar ve Danıştay kararı gibi konular öne çıksa da asıl zorluk yerel seçimlerde nasıl bir ittifak yapılacağının iletişiminde ve formülünde yaşandı.
Bu yeni durum ile AK Parti İstanbul ve Ankara'da olası CHPİyi Parti ve CHP-HDP işbirliğinin meydan okuması ile yüzleşecek.
MHP ise hiçbir büyükşehir belediyesini kazanamamak gibi ciddi bir riskle karşı karşıya. CHP ile ittifak yapabilirse İyi Parti hem kalıcı olabilir. Hem de milliyetçiliğin asıl temsilinin kendisinde olduğunu daha güçlü söyler hale gelebilir.
Erdoğan ve Bahçeli'nin Cumhur İttifakı'nın devam ettiğini söylemeleri önemliydi. Zira AK Parti ve MHP'nin 15 Temmuz direnişinden sonra pekiştirdikleri yakınlaşmanın dönüştürücü gücü ortada. Gelinen noktada yerel seçimlerdeki rekabeti bir paranteze almanın ve bir muhasebe yapmanın ittifakın geleceği açısından faydalı olacağını düşünüyorum.
Cumhur İttifakı'nın Cumhuriyet dönemindeki en istisnai ittifak olduğu apaçık. Sivil siyasetçiler güncel siyasi hesapların ötesine geçen büyük bir uzlaşma oluşturdular.
Hem dış saldırılara karşı Türkiye'nin otonom dış politikasını savunan bir blok kurdular.
Terörle mücadele, ekonomik direniş ve yeni sistem arayışında dayanışma sergilediler. Hem de siviller ilk defa başkanlık sistemine geçmek gibi kapsamlı bir kararı alabildiler. Ayrıca AK Parti ve MHP de bu ittifaktan, siyasi partiler olarak, büyük kazançlar sağladı.
Ve halen Türkiye'nin etrafındaki bölgede ve uluslararası sistemde yeni türbülans rüzgârları eserken Cumhur İttifakı'nı dağıtmanın cumhurun menfaati açısından isabetsiz olacağı görüşündeyim.
Cumhur İttifakı'nın niteliği ve geleceği kimlik/ideoloji boyutuyla da iyi analiz edilmeli. Bazıları ittifakın AK Parti'yi ideolojik olarak MHP'lileştirdiğini söylemekten hoşlanıyor. Grup konuşmalarında Erdoğan ve Bahçeli'nin Türklük ve Türkçülük üzerinden farklılıklarını göstermesini ise MHP'den ideolojik kopuş ya da çatışma olarak resmedenler var. Şunu netleştirelim: Elbette iki partinin Türk milleti tanımı farklı tonlar içeriyor. Bu da normal.
Sözgelimi AK Parti'nin yerli-milli söylemi MHP'nin kültürel unsurlara dayalı Türk milliyetçiliği üstüne kurulmadı.
"Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" şeklindeki Rabia'ya dayandırıldı. Türk milleti bir üst kimlik olarak kabul edildi.
Kürtler başta olmak üzere etnik unsurların kimliklerini kapsayacak şekilde formüle edildi.
Yine ittifakta hangi partinin ideolojik olarak diğerini etkilediği konusu üstünkörü analiz ediliyor. AK Parti'nin "Türk milleti" vurgusu MHP etkisi olarak yorumlanıyor. Halbuki Bahçeli'nin Türkçülükten bahsettiği grup konuşmasındaki İslam yorumu ve II. Abdülhamid vurgusu bile, Necip Fazıl Kısakürek İslamcılığının her iki partideki ortak noktalarına işaret etmekte.
MHP, FETÖ tehlikesini fark etmesinden itibaren seküler-ulusalcı oylardan muhafazakâr-İslami tabana doğru yöneldi. 15 Temmuz direnişinden sonra AK Parti ile iyice yakınlaştı. Böylece Cumhur İttifakı beka meselesi ve vatanseverlik ile tanımlanan Türk milleti kimliği üzerine inşa edildi.

***
Andımız tartışmasının MHP açısından talihsiz olduğu açık.
Tek parti döneminin dışlayıcı etnik kimliğine sahip çıkmak ve Bekir Bozdağ'ı "Kürtlük" üzerinden eleştirmek MHP'yi vatanseverlik etrafında tanımlanan bir milliyetçilikten uzaklaştırır. Etnikkültürel tonlu dışlayıcı bir milliyetçiliğe sürükler. Bu sürüklenme de İyi Parti etkisi olarak adlandırılır.
Cumhur İttifakı'nın devamının MHP'deki vatan ve kültür temelli milliyetçi anlayışı korumak açısından değerli olduğunu düşünüyorum. Zaten seküler-ulusalcı milliyetçilik hem CHP hem de İyi Parti tarafından sahipleniliyor.
MHP için orada bir hayat şansı yok.

yazının devamını okuyun

Türkiye’nin yakaladığı fırsat

Sami Kohen

Kaşıkçı krizinin dördüncü haftasında, bu ana kadar olup bitenlerin bir ara bilançosunu çıkarıp kimin kazançlı, kimin zararlı durumda olduğuna kısaca bir bakalım.

Değerlendirmenin sonucunu baştan söyleyelim: Bu işten şimdiye kadar en kazançlı çıkan ülke Türkiye. Bunu bütün dünya böyle ifade ediyor. Dış basındaki analizler, yorumlar hep bu yönde...

Kaşıkçı olayının Türkiye için bir fırsat yarattığı, Türk diplomasisinin de bu fırsatı şimdiye kadar çok iyi değerlendirdiği konusunda uluslararası bir konsensüs var.

Kuşkusuz Suudi gazetecinin İstanbul’daki S. Arabistan Başkonsolosluğu’nda öldürülmüş olması, bütün gözlerin Türkiye’ye çevrilmesinde başlıca faktör oldu. Ancak Ankara’nın bu esrarengiz ve karmaşık olayın üzerine gitmesi ve yürüttüğü soruşturma sırasından peyderpey bazı önemli ipuçlarını basına sızdırması, Türkiye’yi bu meselede adeta baş aktör durumuna getirmiştir. O kadar ki bütün dünya Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki açıklamalarını büyük merakla beklemiş, ABD ilk elden bilgi almak için CIA Direktörü’nü Ankara’ya göndermiş, dünya televizyonlarında ve gazetelerinde olayın Türkiye boyutları hep manşetlere çıkmıştır.

Türkiye’nin bu şekilde yakın bir ilgi ve itibar görmesi, uluslararası rolü ve etkinliği bakımından önemli bir kazanç oluşturuyor.

Erdoğan yönetimi bu krizi Türkiye’nin uluslararası platformdaki konumunu ve önemini gösteren bir fırsata çevirmeyi başarmıştır.

Ankara atakta...

Bu fırsatın diğer bir boyutu da Erdoğan’ın Ortadoğu politikasının hedefleriyle ilgili.

Açıkçası, bu politika Riyad’ınkiyle birçok temel konuda uyuşmuyor. Örneğin Katar, Yemen, İran, Kudüs-Filistin gibi meselelerde Ankara ile Riyad’ın pozisyonları çatışıyor. Esas uyuşmazlık, Suudi Arabistan’ın, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’yle, ABD destekli bir blok oluşturması konusundadır. Türkiye, Rusya ve İran’la birlikte karşı bir cephede yer almıyor.

Kaşıkçı olayında yapılan analizler, Ankara’nın bu vesileyle bir yandan rakibi S. Arabistan’ı köşeye sıkıştırmak, diğer yandan da Riyad’ın oluşturmaya çalıştığı bloku çökertmek için bir fırsat olarak kullandığı yönündedir. Nitekim son günlerde Ankara’nın Kaşıkçı olayındaki hamleleri, Suudileri içte ve dışta bir hayli sarsmıştır.

Riyad zorda

Kaşıkçı krizi bilançosunda en çok zarar gören taraf olarak da Suudi Arabistan gözüküyor. Hem ülke olarak hem de hanedan olarak...

Ülke olarak, S. Arabistan’ın dış itibarı ve uluslararası ilişkileri (özellikle ABD ile bağları) ağır bir darbe yemiştir.

Hanedan olarak özellikle Veliaht Prens Muhammed’in siyasi geleceği tehlikeye düşmüştür. Genç Prens’in akıbetinin ne olacağı ve bu badireyi atlatıp atlatamayacağı şu anda belli değil.

Bilançonun ABD ayağına gelince, Washington’un bu olayda sarsıldığı, kamuoyunun kutuplaştığı, yönetimin de şaşkın bir hale düştüğü ortada. Ancak Suudi sarayında ne olursa olsun, herhalde ABD Suudi Arabistan’ı kaybetmemeye özen gösterecek, mutat pragmatizmiyle zararı önlemeye ve bilançonun aktif hanesinde kalmaya çalışacaktır.

yazının devamını okuyun

Katil besleyen de ağlar...

Emin Pazarcı

Bütün batı tek vücut olmuş, birlikte haykırıyor: “Katiller”diye yükleniyorlar, “vahşet” teşhisi üzerinde birleşiyorlar, “olmaz, olamaz” türünden sözlerle şaşkın olduklarını anlatmaya çalışıyorlar. Kaşıkçı cinayeti sebebiyle Suudi Arabistan yönetimine veryansın ediyorlar…

Ortaya koydukları tepkiye bakılırsa, Suudileri bir kaşık suda boğacak gibiler!

 

 

Ama iş ekonomik ilişkiler ve silah satışına gelince durum değişiyor. Biri, “Ben satmayayım da Rusya ve Çin mi satsın?” savunması içine giriyor. Diğeri, “ülkemin ali menfaatleri” gibi sözlerle kıvrak manevralar yapıyor. Öteki de “durun bakalım” tavrı içinde zamana oynayarak, durumu idare etmeye çalışıyor.

Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa, İspanya, İtalya gibi ülkelerden bahsediyorum.

Sözün kısası…

Suudi Arabistan ile ilişkileri kesip, silah satışını durdurmaya pek niyetli değiller. “Katiller, alçaklar, vicdansızlar” diye dövünmesini iyi biliyorlar da, yaptırım uygulamaya yanaşmıyorlar. Petro dolarları kaybetmek, özellikle de İsrail’in güvenliğini tehlikeye sokmak işlerine gelmiyor.

Peki niye bu kadar bağırıyorlar?

Çünkü, yaptıkları ortaklığın, aralarındaki al-verin iyice göze batmasını ve kendilerine “azmettirici” denilmesini istemiyorlar. O yüzden de timsah misali gözyaşı döküyorlar.

***

“Medeni ülkeler” adını verenler var onlara. Oysa, medeniyet bir kurallar bütünü. Birini çekip alırsan içinden, domino taşı misali çöker gider!

İşte o yüzden İngiliz Guardian Yazarı Owen Jones, bu yaşanan garabetin üzerine aynen şunları yazdı:

“Biz, yabancı rejimlerle ilgili sıralamayı, ne kadar acımasız olduklarına göre değil Batı çıkarlarına ne ölçüde hizmet ettiklerine göre yapıyoruz. Ülkemizin çökmekte olan toplumsal düzeninin meşruiyetini yitirmesinin çok fazla nedeni var. Bu kanlı ilişki de diğer nedenler kadar dikkat çekici.”

Ardından tek tek sıraladı:

-İngiltere’de üniversiteler Suudi Kraliyet Ailesi’nden gelen paraları harcıyor. Yalnızca Oxford’a on milyonlarca dolar para aktarıldı.

-Londra’daki Doğal Tarih Müzesi, Kaşıkçı Cinayetinin ardından düzenlenen Suudi Büyükelçiliği’nin etkinliğin iptal edilmesi çağrılarına, “Suudi Arabistan’ın önemli bir fon kaynağı olduğu” cevabını verdi.

-Londra Borsası’nda, yabancı devlet şirketlerinin “premium kategoride” yer almasını engelleyen düzenleme, Suudi Aramco Şirketi için kaldırıldı.

-Suudi Kraliyet Ailesi ile yakın ilişkileri olan bir işadamı, İngiliz basın kuruluşu Independent hisselerinin yüzde 30’unu satın aldı.

Vesaire, vesaire…

Bunların üstüne bir de silah satışını ekleyin. Bu kadar sıkı ilişki ve menfaatin üzerine kural-mural kalır mı? Medeniyet denilen kavram, ayaklar altına alınır!

***

Ayrıca, algıları bir tarafa kaldırıp, olgulara ve tarihi gerçeklere bakarsak, meşrepler son derece müsait, ortak noktalar var aralarında.

Bugün, kölelik ve sömürgecilik üzerine inşa edilmiş bir medeniyet yer alıyor batıda. O medeniyet, bugünlere gelene kadar, Kaşıkçı Cinayetine rahmet okutacak insanlık trajedileri bıraktı arkasında. İnsanlığın acıları üzerine inşa edildi.

Suudiler, uzun süredir İngiliz ve Amerikan silahları kullanarak, Yemen’de insanları paramparça etmiyor mu? Bütün bu olup bitenleri “medeni” denilen batı görmüyor mu?

Orada kendi silahlarının kullanıldığını bilmiyor mu? Buna rağmen, Suudi Arabistan’a daha fazla silah satabilmek için birbiri ile yarışmıyor mu?

Yemen’de katledilen bin Kaşıkçı’yı görmeyenler, İstanbul’da bir Kaşıkçı katledildi diye tavrını ve tarzını değiştirir mi?

Durum bu olunca, Cemal Kaşıkçı’nın hunharca katledilmesinin ardından çıkarılan gürültüye kanmamak gerekir.

Bu durum biraz daha sürer, göz boyamak için göstermelik birtakım adımlar atılır, sonra hamam da aynı kalır, tas da!

Şaşırılacak bir durum yok ortada: Katillerle kol kola girenler, onlara suç aleti sağlayanlar, hatta azmettiricilik görevini yapanlar da ağlar. Hele hele menfaatleri söz konusu olduğunda bağıra bağıra, hıçkıra hıçkıra, hüngür hüngür ağlar!

yazının devamını okuyun

Vesayet atakları ve Erdoğan’ın sağlam duruşu

Yalçın Akdoğan

Danıştay’ın ‘ant’ kararı üzerine hukuki değil siyasi alanda büyük bir çalkantı meydana geldi. Konunun politik boyutları AK Parti-MHP arasındaki yerel seçim ittifakı arayışlarında çatlama meydana getirirken, sistem-vesayet ilişkisi üzerindeki tartışmaları da yeniden gündeme taşıdı. 

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçişin en temel mantığı 1960’daki darbeyle başlayan vesayet düzeninin son bulması, bürokratik oligarşinin zayıflatılması, sivil ve siyasi iktidar üzerindeki keyfi müdahalelerin kaldırılmasıydı. 

AK Parti iktidarı 15 yılda maruz kaldığı büyük badireler, meydan okumalar, saldırılar yanında vesayetçi yapının bürokratik engellemeleriyle de çok uğraştı. Yargı kaynaklı engellemelerden yargı darbesine kadar iktidarı sınırlamayı veya devirmeyi amaçlayan bu girişimler ülkemize çok şeyler kaybettirdi.

Ant tartışması geçen günkü yazımda da vurguladığım gibi ‘eski Türkiye esintileri’ getirerek haklı bir endişeye kapı açtı. 

Bu duruma doğal olarak en sert tepkiyi Cumhurbaşkanımız Erdoğan verdi, hem de en hararetli zamanda konunun muhataplarıyla bir araya geldiği Danıştay toplantısında… 

Erdoğan’ın tepkisi yeni sistemde enerjimizi heba eden eski tartışmalara geçit vermeme hassasiyetini, bir tür yeni sistemin ruhunu koruma kaygısını yansıtıyordu. 

Ülkemizin yaşadığı bunca şeyden sonra Erdoğan’ın uyarılarının çok haklı olduğunu ve bunların geçmiş tecrübelerin bir sonucu olarak dile getirildiğini söyleyebiliriz. 

Nedir bu uyarı veya eleştiriler? 

“Yasa koyucu gibi hareket etmek doğru değil”.

Danıştay’ın ‘andımız’ kararıyla ilgili temel eleştiri bir yetki aşımı içerdiği yönünde. Cumhurbaşkanımız bunu “Yargı yetkilerini aşmamaya özen göstermeli... Cumhurbaşkanlığı kararnamelerini hazırlamadan önce biz kalkıp Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile ilgili de Danıştay'dan izin alacak, müsaade alacaksak. O zaman ben bu makamda durmayayım. Çekeyim gideyim” şeklinde ifade etti. Doğrusu bu, çok net bir tavır. 

“Yerindelik denetimi olmamalı”.

Hukuka uygunluk denetimini yerindelik denetimine çevirmek politika yapımına müdahale etmek anlamına geliyor. Hükümetin yasal sınırlar içinde hareket etmesi tabii olandır ama bu hukukilik sınırını değil de muhtevayı belirlemeye çalışmak hem hukukla hem demokrasinin temel mantığıyla çelişir. 

Yargı, idari işlem veya uygulamalarda ‘yerindelik denetimi’ yapamaz, bu çerçevede alınan kararı iptal edemez, değiştiremez. Kamu yararını belirleme yetkisi idareye aittir. Hukuka uygunluk yerine yerindelik denetimi yapmak, yargının kendisini yasama veya yürütmenin yerine koyması anlamına gelir ki, bu kuvvetler ayrılığı ilkesine tamamen terstir. Yargının kamu yararına uygunluğunu belirleme yetkisi dünyanın demokratik hiçbir ülkesinde yoktur. 

“Geciken kararların ülkeye maliyetini kim karşılayacak?”

Erdoğan İzmir Limanı hadisesinde Danıştay’ın gecikmeli hareket etmesi sebebiyle ülkenin büyük kayıplar yaşadığını belirterek kamu menfaatine dikkat çekti. Kamusal fayda ve zararın sonucunda milletin hesap sorduğu makam siyaset kurumudur. 

“Yargı kararları siyasi gündeme göre şekillenmemeli veya siyasi gündemi şekillendirme amacı taşımamalı”.

Erdoğan 2013’teki bir başvuruyla ilgili kararın 2018’de verilmesini ‘şimdi mi aklınıza geldi’ şeklinde eleştirerek Danıştay kararının başka bir amaca matuf olduğunu sorguladı. Hukukilik denetimi siyasi maslahat gözeterek veya konjonktüre göre hareket ederek yapılamaz. 

Tüm bu tartışmalar eski Türkiye’de çokça yapılan tartışmalardı. Bu konuların hem pratik ve ilkesel zemini çok net ve açıktır, hem de yaşanılan tecrübelerle pratik durum da ortadadır. 

Buna rağmen eski alışkanlıkları depreştirerek toplumda ‘vesayet rejimi hortluyor mu’ türü bir kaygı uyandırmak kimsenin hakkı olmamalı. 

yazının devamını okuyun

Dörtlü zirvenin stratejik değeri

Beril Dedeoğlu

Erdoğan, Putin, Macron ve Merkel, Suriye konusunda bir araya geliyorlar. Aslında Suriye’de sürdürülebilir bir düzen istendiğinde, masada öncelikle Türkiye, Rusya, ABD ve İran’ın bulunması gerekir, zira meseleye doğrudan dahil olan devletler onlar. Ancak böyle bir kompozisyonun birçok engeli bulunuyor. Engellerin başında, Trump’ın İran ile aynı masaya oturmasının zor olması geliyor. 

Yakın zamana kadar ABD’nin İran politikasında kendi haklılığını savunabileceği karineler bulunuyordu. Söz konusu gerekçelerden biri, İran’ın bölgede artan nüfuzuna; bir diğeri de Avrupa-İran ilişkisinin ABD’ye rağmen sürmesine dayanıyordu. Avrupa’nın, tabir yerindeyse, Trump’ın istediği gibi ABD’ye biat etmesi beklendiğinden, İran meselesi bir anlamda Avrupa’nın da cezalandırılması olarak kullanıldı. 

Öte yandan ABD’nin İran’ı durdurma çabalarını Suudi Arabistan’ı silahlandırarak sürdürmesi, bölgedeki savaş riskini artırdı. Olası bir savaşta kimi tutacağını açıkça belli eden Trump’ın Suudilere rağmen İran’la masaya oturması da mümkün olamazdı.   

Koşullar hızlı değişiyor  

Kabaca ifade etmek gerekirse, Kaşıkçı vakasıyla Suudi-Amerikan ilişkileri büyük zarar gördü. Neredeyse tüm dünya Suudi Arabistan karşıtı bir pozisyon aldı; bu durum da İran’a karşı Trump’ın elini epeyce zayıflattı. Dolayısıyla ortada Ortadoğu’daki ittifak zinciri soruşturulan bir ABD var ve masada olmamasını evla hale getiren bir durum söz konusu. 

Dörtlü zirve içinde ABD’nin bulunmamasının bir diğer nedeni ise Trump’ın aslında diğer devletleri oyundan çıkarıp Putin ile bu meseleyi çözme arayışından kaynaklanıyor. Bu beklenti gerçekleşebilirdi, ancak Trump İran ve hatta Avrupa konularında Putin’in ayağına basmaktan çekinmeyince, Suriye konusundaki genel uzlaşı, taktik uzlaşısına dönüştü. Hal böyle olunca, Rusya Suriye konusunda “bölge dışı” dengeleyiciler arayışındaki ilgisini Avrupa’ya çevirdi. 

Putin ile Merkel ve Macron’un Suriye konusunda aynı masa etrafında buluşmaları, kabaca ABD’ye kızanlar koalisyonu görüntüsü verdi. Bu, öncelikle ABD’nin tüm engellemelerine rağmen taraflar arasında ekonomik ilişkilerin süreceğine işaret ediyor Ancak bundan daha önemli olan şu ki, Trump’ın Avrupalılara Ortadoğu’da kapadığı kapıyı, Rusya’nın açabileceğini ima etmesi. 

  

Türkiye’nin yeniden düşünülmeyi sağlaması  

Dörtlü zirveden Suriye konusunda mutlak ve kalıcı bir çözüm çıkmasa bile, zirvenin yapılmasının yarattığı bir sonuç olacağı açık. Bu çerçevede Türkiye’nin tüm taraflara belli ettiği bir pozisyonu bulunuyor. Tıpkı Rusya gibi, Türkiye de, öncelikle Trump’a “düşmanlık anlamına gelebilecek taktiksel uygulamalardan vazgeç, ABD ile dost kalmak istiyoruz” diyor. Diğer bir ifadeyle, “aramızda değilsen bu senin yüzünden” demeye getiriliyor. 

Öte yandan yine tıpkı Rusya gibi Türkiye, Suriye özelinde ama aslında Ortadoğu genelinde Avrupa’ya yapıcı olma şansı verecek bir koridor açılacaksa, bunun Türkiye üzerinden olacağını hatırlatıyor. Rusya’nın bu çerçevedeki beklentisi, ABD-AB ilişkilerinde AB’nin biat eden taraf olmamasını sağlamak. Türkiye’nin beklentisi ise AB ilişkilerini normalleştirmek. 

AB ise hiçbir sorumluluk ya da maliyet üstlenmeden bu sürece dahil olamayacaklarını anlamış olmalı ki zirvede iki kaptanı bulunuyor. Suriye konusu, Suriye ile sınırlı olmadığından, zirvenin esasen Avrasya’da yapılabileceklerle ilgili devletlerin birbirlerini tartma süreci olarak okunması gerekir. Tartma sürecinin ise artık lafla değil somut adımlarla test edileceğine şüphe bulunmuyor. 

yazının devamını okuyun

Eski hastalık...

Ekrem Kızıltaş

Eski hastalık…

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçişle birlikte Yasama Yürütme ve Yargı'nın birbirlerinden net olarak ayrıldıklarını ve eskiden olduğu gibi mesela 'jüristokrasi' kokan davranışlarla karşılaşmayacağımızı düşünüyorduk.

Jüristokrasi yani 'hakimler yönetimi' konusu, ülkemizin yakın tarihte epeyce başını ağrıtmıştı. Anayasa'nın belirlediği alanı zorlamaya meraklı yüksek mahkemeler, almamaları gereken türden, teknik tabiriyle 'keen lem yekun' yani 'yok hükmünde' kararlar alıyorlardı.

Anayasa'nın metnine ve ruhuna aykırı, dolayısıyla hukuk dışı olan bu kararların en acı tarafı da, ilgili mahkemelerin son merci olmaları dolayıyla bağlayıcı olmalarıydı. Kimsenin içine sinmiyor olsa da, mecburen uygulanmak zorunda kalınan kararlardı bunlar.

Türk Milleti adına karar veren bazı yüksek mahkemelerin inanç ve değerlerimizle ile açıkça çatışan kararlar almaları, sıradan bir durumdu eskiden.

ABD ve başka bazı ülkelerin mahkemelerinden gelen talepleri mecburen kabul ettikleri halde, ülkemiz mahkemelerini kaale almayan Twitter ve benzeri bazı uluslararası kuruluşlar lehine verdikleri kararlar ise, iç karartıcıydı…

Çeşitli düzenlemelerin ardından Nisan 2017'de referandumla kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sonrası, yüksek yargının kendi alanının dışına taşmamasını temin edebilmek için de bazı düzenlemeler yapılmıştı.

Bu düzenlemelerin yeterli olup olmadığı ve ilgili kuruluşların alanlarının dışına taşma eğilimi gösterip göstermeyecekleri, süreç içinde belli olabilecek bir husustu.

Bu kuruluşlardan birisi olan Danıştay'ın kendisine beş yıl önce yapılan bir başvuru üzerine geçtiğimiz günlerde aldığı bir karar, 'eski hastalığın tekrar nüksedebileceğini' gösterdi.

Yok hükmünde ise…

Aslında devletin danışma organı olan Danıştay, 2013'te Yürütme tarafından kaldırılan 'Andımız'la ilgili kararıyla, 'istişare edilen organ' olmanın ötesine geçerek, kanun koyuculuğuna soyundu.

Danıştay'ın görevi Anayasa'nın 155. Maddesinde şöyle belirlenmiş: "kanunla gösterilen davaları görmek, kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmeleri hakkında iki ay içinde düşüncesini bildirmek, idarî uyuşmazlıkları çözmek ve kanunla gösterilen diğer işleri yapmak…"

Ne Anayasa ve ne de kendisiyle ilgili kanun maddelerinde, Danıştay'ın kanun koyucu gibi davranabileceğine dair herhangi bir ibare yok. "Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz" kuralı da, Anayasa'nın temel esaslarından…

Yürütme yetkisi ve görevinin, Cumhurbaşkanı tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılıp, yerine getirileceği de Anayasa'da açıkça yazılı…

Danıştay'ın yargı yetkisinin idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu ve hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamayacağı, ilgili herkesin bildiği bir esas.

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın şu sözleri, konuyu anlamak açısından yeterli:

"Yasayı uygulamak yerine yasa koyucu gibi hareket etmek, hukuka uygunluk denetiminin sınırlarını yerindelik denetimini de içine alacak şekilde genişletmek asla doğru değildir… Ben, merak ediyorum, yerindelik görevi veya hakkı idareye mi ait yoksa yargıya mı ait?.. Bir taraftan kalkıp bunların ayrılığından bahsediyoruz. Diğer taraftan bakıyorsunuz, yerindelik yetkisini de yargı kendinde kullanıyor. Böyle bir şey olamaz."

Bu tür kararların alınması engellenemiyorsa, uygulanmamaları için bir yol bulmak gerek galiba…

Öyle ya; 'yok hükmündeki' kararları neden uygulamak zorunda olalım ki?..

yazının devamını okuyun

Suudi Prens ile Kılıçdaroğlu’nun ortak noktası

Hilal Kaplan

Tüm dünya Erdoğan'ın konuşmasına odaklanmışken ve cinayetin arkasındaki gerçekleri ülkenin en üst yetkilisinden dinlerken, ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu, "Para yüzünden katilleriserbest bıraktılar" diye CHP kürsüsünden açıkça yalan söyleyebiliyordu.
Türkiye'nin Viyana Sözleşmesi'ne göre Suudi Başkonsolos'un ülkeden ayrılmasına müdahale etme hakkı olmadığını gayet iyi bilmesine rağmen...
Üstelik ertesi gün, New York Times'da çıkan habere göre, Kaşıkçı'nın öldürülüşü ile ilgili detaylar daha ortaya çıkmadan Türkiye'ye gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşen Mekke Valisi Halid Faysal, konunun kapatılması karşılığında Katar'a yönelik ablukanın kaldırılacağı ve nakit ile yatırım anlamında destek verileceği teklifini getirmişti.
Cumhurbaşkanı ise bu kirli pazarlığı, "sinirli bir şekilde reddetmişti." Erdoğan grup toplantısında tüm gerçekleri detaylarıyla ortaya koyduktan sonra Veliaht Prens de telefona sarılarak ilk kez Cumhurbaşkanı Erdoğan ile konuşabildi. Ardından Cumhurbaşkanı'nın grup toplantısına denk geldiği için "Çöldeki Davos" diye anılan uluslararası yatırım konferansındaki konuşmasını erteleyen Prens, sonradan yaptığı konuşmada şöyle dedi: "Suudi Arabistan'ın başında Kral Selman ve ben, Türkiye'nin başında Erdoğan olduğu müddetçe Suudi Arabistan-Türkiye ilişkilerini bozamayacaklar." Bu çıkış ilginçti çünkü uluslararası sahneye çıktığındanberi Veliaht Prens'ten Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında olumlayıcı hiçbir şeyduymamıştık. Hatta, Veliaht ilan edildikten sonraki ilk yurt dışı gezisinde, Mısır'daki bir kayıt dışı toplantıda Türkiye'yi Katar ve İran ile "şeytan üçgeni" parçası olarak tanımladığını okumuştuk.
Büyük bir meşruiyet krizi yaşayan Prens, anlaşılan elinde cinayetle alakalı ses kaydı bulunan ve CIA Direktörü ile de bunu paylaşan Türkiye'den uzanacak bir "yardım eli" bekleyişinde...
Önceki gün Trump'ın da "tarihteki en kötü örtbas" ve "Bu işi birisi biliyorsa o Muhammed bin Selman'dır çünkü oradaki işleri uzun süredir o yönetiyor" sözlerini de Washington Post'ta okuduğunda hissettiği baskıyı tahmin edebilirsiniz. Nitekim Suudi Başsavcılığı, cinayetin planlı olduğunu da dün kabul etti.
Dünyanın gözü önünde her şey açıkça olup biterken, bile isteye yalan söylemeye devam eden Prens'e bizim ana muhalefet lideri de eşlik etmese iyiydi...

yazının devamını okuyun

Her vatandaş Türk müdür?

Hayrettin Karaman

Öğrenci andını makul ve meşru hale getirmek için Anayasa’nın 66. Maddesini delil ve mesnet olarak gösteriyorlar. Anayasa, “Siyasî Haklar ve Ödevler/I. Türk Vatandaşlığı” başlığı altında şu maddeyi ihtiva ediyor: 

“MADDE 66- Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.

Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir…”

Daha önce Anayasa’da Türk şöyle tarif edilmiş: Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türk’tür (Mülga cümle: 3/10/2001-4709/23 md.).

Lağvedilen maddeye göre Türklük bir soya ait olmaktır, bir etnik mensubiyettir. Mevcut madde ise Türk olmayı vatandaşlık bağına ait kılmıştır.

Bildiğim kadarıyla Türk kelimesi daha önce iki manada kullanılmıştır:

1. Türklerin soyundan gelenler,

2. Müslümanlar. Bu ikincisi Balkanlar’da daha yaygın olarak kullanılmıştır.

Yürürlükteki maddenin Türk tarifi ise üçüncüsünü teşkil etmektedir. Diğer ikisinin birer gerçekliği, gerçek hayatta birer karşılığı vardır, üçüncüsünün ise gerçeklikle bir alakası yoktur, “Ben yaptım oldu” kabilindendir ve olmamıştır; çünkü Türk kelimesini ırktan ve dinden ayırmak keyfi, sun’î, belli bir maksada bağlı bir ayırmadır, TC. vatandaşlarının tamamı Türkiyeli’dir, ama ırk ve din olarak Türk değildir. Mesela bir Fransız vatandaşı da Fransalıdır, ama Fransız değildir. Suud’un vatandaşlık verdiği bir Türk Suudludur, ama Arap değildir…

Doğru, mantıklı, gerçekliği olan ifade TC. vatandaşlığını anlatacak bir ifade olmalıdır ki, bu da “Türkiyeli”dir. Eğer gerekli ise madde, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiyelidir” şeklinde olmalıydı.

Öğrenci andını Anayasa’nın 66. Maddesine bağlamak da tutarsızdır, şöyle ki:

a) Madde, Türk kelimesini vatandaş manasında kullanmıştır. Bu andı okuyan öğrenciler ise “Türküm…” derken TC vatandaşıyım manasını değil, Türk ırkına mensubiyet manasını anlamaktadırlar; çünkü yaygın, gerçek ve karşılığı olan mana budur.

b) Devamında Türk ırkına veya milletine ait kıldığı vasıflar da gerçekte yalnız bu ırka mahsus değildir, bugün bu toplumda mevcut olup olmadığı da tartışmaya açıktır. Her Türk ne yazık ki, doğru değildir, çalışkan da değildir. Doksan yıla yakındır çocuklara bu andı okutanlara bu çocuklar sormazlar mı: İlerlemek ve yükselmek ülkümüz idi de biz niçin bilimde, teknolojide ve askeri güçte zayıf ve geri kaldık? Bizim Nobel alan kaç ilim adamımız var? ARGE’de kaçıncı sıradayız? Patent yarışında nerelerdeyiz? Füzelere karşı savunmamız ve modern savaş uçakları ve daha neler için neden başkalarına muhtacız?.. Ahlâkımız ne âlemde, gerçekten büyüklerimize saygı gösteriyor muyuz? Öyle ise taşıtlarda onlara niçin yer vermiyoruz, büyüklerimizi huzurevlerine tıkıyoruz, ellerini öpmeyi bile unuttuk…

Vatanı sevmek, onu korumak ve uğrunda varlığını fedâ etmek için Türkiyeli (vatandaş) olmak yeterlidir; çünkü bu gemi batarsa her ırktan ve dinden olan vatandaşlarla batar; korunur, güçlenir ve yükselirse yine bunlar herkes için olur.

Türkiyeli olmak bu ülkenin tarihi mirasını, medeniyetini, diğer ortak değerlerini korumak ve geliştirmek için de yeterli sebep olmalıdır.

Sıra dine ve belli etnik grupların özel değerlerine gelince bunları sahipleri korurlar, başkalarını kendileri gibi olmaya ve asimile etmeye kalkışmazlar.

Halihazır durum ve şartlar içinde birlik, yakınlaşma, dayanışma, kendini toplumun ayrılmaz bir parçası görme amaçlarına ancak yukarıda açıklamaya çalıştığım ilkeler ve kabullerle ulaşabiliriz.

TC, İslâm şemsiyesini terk etti ve bir asra yakındır suyu tersine akıtmaya çalıştı ama aldığı sonuç ortadadır.

Gelin bu sonuç ve sebepleri üzerinde kafa yoralım, makul, meşru, uygulanabilir, insan

fıtratına uygun çözümler üretmeye çalışalım.

yazının devamını okuyun

Seçim sathı mahalline şimdi girildi

Kurtuluş Tayiz

AK Parti ve MHP’nin yerel seçimlerde ittifak yapmayacağının anlaşılması üzerine muhalefet de hareketlendi. Bu gelişmeyi fırsat bilen CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, İstanbul için aday olabileceğini açıkladı. Ankara için de AK Parti’yi zorlayacak aday arayışları hızlandı.

Muhalefet, 2019 Mart ayında gerçekleşecek yerel seçimlerde İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerden birini kazanarak psikolojik üstünlüğü ele geçirmeye ve Başkan Erdoğan üzerindeki baskıyı artırmayı planlıyor.

Muhalefeti heyecanlandıran gelişme şüphesiz AK Parti ve MHP arasında başgösteren gerilim oldu. Danıştay’ın öğrenci andı, seçim işbirliği, af ve emeklilikte yaşa takılanlar mevzusu ile görünen görünmeyen başka birtakım sebepler iki partinin arasını açtı. Buna en çok sevinen de muhalefet oldu. Muhalefet seçim öncesi bu çatlağı iyi değerlendirmek niyetinde. Bunun ilk işareti de Muharrem İnce’nin daha önce ayak dirediği, burun kıvırdığı İstanbul için yeniden kendini ortaya atması oldu. MHP’nin İstanbul’da aday çıkaracağını açıklamasını fırsat bilen İnce, şansını burada denemek istiyor. Ancak Kemal Kılıçdaroğlu’nun İnce’nin adaylığına “yeşil ışık” yakması kolay görünmüyor. İnce’nin olağanüstü kurultayı toplama girişimleri sırasında partinin genel merkeziyle arası iyice açıldı. Doğrusunu isterseniz mevcut tabloda CHP adına İstanbul için Muharrem İnce’den daha iyi bir aday görünmüyor. Fakat CHP’de işler pek böyle yürümüyor; “en iyi aday ölü aday” misali Kemal Kılıçdaroğlu güçlü rakiplerini tasfiye etmeyi seviyor, kendisine rakip olan Muharrem İnce’yi kalkıp partinin başına veya İstanbul’un başına getirmesini beklemek saflık olur. Muharrem İnce, aday yapılsa bile bu ancak Kemal Kılıçdaroğlu’na rağmen olur ki, CHP’deki hava şimdilik buna uzak.

Kaldı ki, Muharrem İnce İstanbul’a aday gösterilse dahi seçimi kazanması o kadar kolay değil; İstanbul’da hala AK Parti’nin adayı favori durumda. Muhalefet partilerinin hepsinin İstanbul için ittifak yapması gerekir ki, bu bile AK Parti’yi alt etmelerine yetmeyebilir.

Ankara için de muhalefetin hesapları yine MHP üzerinden canlandı. Muhalefeti bir araya getirecek bir aday arayışı üzerinde çalışmalar hız kazandı. Muhalefet, MHP’nin göstereceği ya da işaret edeceği bir adayı desteklemeye hazır bir havada olduğunu yansıtıyor.

Ankara için Melih Gökçek ismi etrafında yapılan spekülasyonlar da saçma görünüyor. AK Parti’yle özdeşleşmiş bir isim olan Melih Gökçek’in, kendi partisine karşı MHP’nin adayı olarak çıkması gerçekçi değil. Muhalefet, bu spekülasyonla AK Parti içini de karıştırmaya çalışıyor.

AK Parti ve MHP arasında yaşanan görüş ayrılıkları muhalefete “yalancı bahar” havası getirdi. Seçimleri şimdiden kazanmış havasına büründüler. Oysa gerçek seçim baharına daha epeyi bir zaman var. Hiçbir parti fitneyle, fırsatçılıkla, şark kurnazlığıyla seçim kazanamaz. Daha çok çalışmak, gerçekçi ve dürüst olmak, milletin gönlüne girmek şart! Seçimler başka türlü kazanılmaz.

yazının devamını okuyun

Kaşıkçı ve olası siyasi sonuçları

Nihat Ali Özcan

‘Devlet terörü’ tanımının tüm özelliklerini taşıyan Kaşıkçı hadisesinin ardından tartışmalar farklı cephelerde sürüyor. En fazla merak edilen husus, Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın siyasi geleceği. Çünkü böylesine şoke edici bir olayın “siyasi” sorumlusunun, en azından siyaseten hesap vereceği düşünülebilir. Ancak her geçen gün bu sonucun gerçekleşmeyebileceği ihtimali daha da artıyor. 

Neler olabileceğini tahmin için yapılacak analiz iki başlık altında ele alınabilir. İlki, Suudi Arabistan’ın iç dinamikleriyle ilgili. Diğeri, uluslararası ve bölgesel dinamiklerle yakından ilgili. Kitaba göre, bu türden analizlerde, ülkeye göre değişmekle birlikte, ele alınması gereken bir dizi iç ve dış faktör söz konusu. İktidarı elde etme yöntemlerinin meşruiyetinden kurumlara, yargı sisteminden ekonomik performansa, terörizm, savaş ve politik şiddetten yolsuzluğa, hesap verebilirlikten sivil-asker ilişkilerine kadar. 

Haziran 2017’de iktidara gelen Selman’ın ilk işi, Ordu, İç Güvenlik ve İstihbarat örgütü üzerinde tam kontrolü sağlamak oldu. Ardından, gücünü ve otoritesini Suudi politik kültürüne uygun yöntemlerle (!) tesis etti. Ekonomik olarak fazlaca bir sorununun olduğu söylenemez. Bugüne kadar her türden muhalifi üzerine kurduğu baskı ve denetim sayesinde gücünü tahkim etmiş